Anne/baba olmak vermek demek. Küçük ve hayatta kalmak için size muhtaç olan bir canlıyı büyütmek ve onu hayata hazırlamak… Bunu iki temel görev olarak ele alabiliriz: Biri çocuğun yiyecek, uygun kıyafetler, kalacak yer, uyku gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılayacağı bir ortam hazırlamak, diğeri ise çocuğu sevgi ve disiplin ile hayata karşı güçlendirmek. Yatacak yer tamam da, koşturmacadan ibaret hayatımızda iyi annelik/babalık nasıl, nereye kadar?
Çocukları küçükken çalışmaya başlayan çoğu anne-babanın her sabah yaşadığı bir kabus var: Kapıda nasıl olmuşsa yine sizin gideceğinizi hissedip uyanmış küçücük bir çocuk, AAANNNEEE GİİİTTMEEEE ya da BAAAABAAAA GİİİTMMMEEE diye ağlıyor, yürekler parçalanıyor. Vicdan azabı duya duya işe giden ebeveynler, kendine ne kadar iyi bir ebeveyn olduğunu sormaya başlıyor haliyle.
Zamanın ruhu da sorumluluk hisseden ebeveyn için durumu pek kolaylaştırmıyor. 1800’lü yıllardan önce, çocuk, yetişkinden farklı sayılmazdı. Diğer bir deyişle, çocuk yetişkinin biraz küçük boyutlarda olanı gibi görülürdü. Bu nedenle çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimine dair ilgi de bilgi de çok azdı. Zamanla çocukların yetişkinlerden çok daha kırılgan olduğu ve gelişim sürecinden geçerken desteğe ihtiyaç duydukları fark edildi. Bu uyanış daha çok ilgiyi, ilgi de daha çok bilgiyi getirdi. Ama bu ilgi-bilgi ikileminin sonu gelmedi.
Ve biz ipin ucunu kaçırdık. Elimizdeki bilgi çiğneye çiğneye mekanikleşti, “çocuk nasıl büyütülür” temalı kullanım kılavuzlarına dönüşüverdi. Üstelik internetin de bir araç olarak hayatımıza girmesiyle beraber bir dolu “çöp bilgi” boşaldı bilgi denizine. Sonuç olarak her şeyi kitabına göre yapan, çocuk ne kadar ağlarsa ağlasın kitapta vermemesi yazdığı için yemek vermeyen, ya da tam tersine kitaplardaki detaylı formüller ve aşırı hassas bakış açısı nedeniyle çocuğunu çok kırılgan addettiği için onu hiç zorlamayan, en ufak öksürüğünde hastanelere taşınan ebeveynler doğdu. Aşırı bilgi endişe de getirdi yanında; çocuğun en ufak değişikliğine dikkat edip not etmeye, doğru mudur yanlış mıdır diye soruşturmaya başladık.
En sonda yazacağım şey şimdiden yazayım: Telaş etmeye gerek yok. Üniversiteden çok sevdiğim bir hocam derdi, bu kadar telaş edilecek bir şey idiyse bizden önceki nesiller nasıl çocuk büyüttüler? Sonra da eklerdi, tüm memeliler gibi, bizim de genlerimizde kodlu yavrumuzu büyütmek. Gerçekten de, çocuk büyütürken önemli olan, mükemmel olmak değil. Mükemmelliğe, “en iyi”liğe önem veren bir çağda yaşıyoruz, doğru. Zihnimiz o yönde işliyor artık. Ama, durun ve sindire sindire okuyun şimdi yazacaklarımı:
Mükemmel insan yoktur.
Dolayısıyla, mükemmel anne de/baba da yoktur.
Mükemmel çocuk hiç yoktur.
Siz isteseniz de hiçbir zaman çocuğunuza mükemmel bir ebeveyn olamayacaksınız. Çocuğunuz her zaman sizi yanında bulmaktan mutlu olmayacak, size kızacak, sizden nefret edecek, bazen her zaman yaptığından farklı hareket edecek. Benzer bir şekilde, bazen çocuğunuza kızacaksınız, çocuğunuzdan nefret edeceksiniz, onu doğurduğunuza pişman dahi olabilirsiniz. Bunların hepsi doğal.
Winnicott’ın dediği gibi, “yeterince iyi” iseniz sorun yok. “Nedir bu yeterince iyi?” diye sorabilirsiniz. Yeterince iyi, çocuğuna çok küçük, yardıma muhtaç olduğunu ve ona kimsenin yardım etmeyeceğini hissettirmeyen ebeveyndir. Diğer bir deyişle, çocuğunu travmatize etmeyen, onda çaresizlik ve yalnızlık hissi yaratmayan ebeveyn yeterince iyidir. Çocuğunuz biraz aç kalmış olabilir, ama uzun süre aç kalmıyorsa, ya da sık sık aç kalmıyorsa çocuğunuzu beslemek konusunda yeterince iyi bir ebeveynsiniz diyebiliriz. Başka bir örnek vereyim; çocuğunuz her zaman mutlu olamaz. Arada elbette ki sizin ona koyduğunuz kısıtlamalardan dolayı mutsuz olacak ve sevilmediğini hissedecek. Önemli olan bu hissi hiç yaşamaması değil, önemli olan bu hissi sık yaşamaması. Sevilmediğini sıkça hisseden çocuk, sevilmeye değer olmadığına ve sevilmeyeceğine dair bir kalıp inanış geliştirir.
Şunu da unutmamak lazım: Hayat ne kadar mükemmel? Daha önceki bir yazımda kullandığım mikrop benzetmesini hatırlayalım: Çocuğumuzu elbette hasta olmaması için koruyacağız, ama eğer ona sürekli süper hijyenik ortamlar hazırlarsak, kısa vadede çocuğumuza iyilik yapsak bile bağışıklığını güçlendirmesine engel olduğumuz için ileride daha çabuk hasta olmasına yol açmış oluruz. Çocukların yaşadığı küçük hayal kırıklıklarını da mikroplara benzetebiliriz: Ne kadar az hayal kırıklığı, o kadar iyi. Ama hiç hayal kırıklığı yaşamayan (ve bu hayal kırıklıklarıyla nasıl başa çıkacağı öğretilmeyen) çocuk büyüdüğünde hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayata adım atacak ve nasıl başa çıkacağını bilemeyecek. Biz de hep onun yanında olamayacağız.
Sözün özü, çocuklar bize kullanma kılavuzuyla gelseler çok kolay olurdu, ama gelmiyorlar. Bize onları keşfetmek kalıyor. Keşfederken de mükemmel olmaya çalışmaya, ya da yüzlerce kitap karıştırmaya gerek yok. Yeter ki çok büyük hatalar yapmayın; “yeterince iyi” ebeveynler olun. Çocuğunuz için en iyi ebeveynliği zaten yapmış olacaksınız.